|
 |
TANIŞALIM,
DANIŞALIM,
TARTIŞALIM |
Yunus Emre’nin altın gibi
kıymetli şu sözü ile konumuza başlayalım. |
|
“Gelin, tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim, sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz.” |
|
İnsanlar, cemiyetler, kitleler
birbirleriyle tanışmak, birbirlerine danışmak ve her alanda gerçek ve
objektif ölçüleri yakalamak için tartışmak zorundadır.
Sosyal toplumlarda çevremizdekileri, çalıştığımız mesai
arkadaşlarımızı, diyalog kurduğumuz herkesle tanışmak, onların
fikirlerine başvurup saygı duymak, onları tanımaya çalışmak
gerekliliğine inanıyoruz.
Danışmak, fikirleri söylemek, söylenenleri akıl
süzgecinden geçirip değerlendirmek erdemli davranışların başında
gelmektedir.
Her hangi bir konu hakkında kesin bir bilgiye sahip olmadan, sağlam
ve inandırıcı bilgilerle donanmadan, ısmarlama bilgilerle yola çıkanlar;
kendisini de, toplumu da karanlığa sürüklerler. Şikâyetleşmelerle,
başkalarını suçlu ilan etmelerle, bir yere varılamayacağı
aşikârdır. ”Karanlığa küfredeceğine, bir mum yakmayı denesene.” sözü ne
kadar yerinde kullanılmıştır.
Danışalım, çünkü danışma sayesinde engeller kolay
aşılabilir, takip edilen ilkeler yerlerine yerleşir. Arzulu ve hınçlı
olanlar çoğu zaman aklın sesini, vicdanın muhasebesini duyamazlar.
Bir camiada, bir toplulukta, liderlik yapanlar, toplantıları yönetenler,
başkalarına da söz verip onları dinlemelidirler. Onların şikâyetlerini,
önerilerini gündemde değerlendirip, çözüm yollarını açmalıdırlar.
Bulunduğu makamda yetkisinin avantajını kullanarak, hep kendi görüş ve
düşüncelerini öne çıkaranlar, kıymetli zamanları heder ettikleri gibi,
toplantıda bulunanları da tedirgin edebilirler. Birlik ve beraberlikten
kuvvet doğacağı bilinmelidir.
Hata ve eksikliklerinin ortaya çıkmasından tedirgin olanlar,
ne kadar gerçeklerden kaçsalar da, güneşi balçıkla sıvayamazlar.
Danışmak; makamları küçültmez, itibarı zedelemez. Lider olan
insanlar, başkalarının fikirlerine saygı gösterdiklerinde, düşünülen
projeler güçlenir ve hız kazanır. ”Bir elin nesi var, iki elin sesi
var.” ”El elden üstündür.” Sözleri akıldan hiç çıkmamalıdır.
Tartışmak; medeni toplumlarda, demokrasiyi kabullenmiş
kitlelerde vazgeçilmez bin kuraldır. İnsanlar, okumalı, okutmalı,
araştırmalı, kendisini ispatlamış âlim ve bilgin kişileri dinlemelidir.
Aklını ve mantığını iyi kullanıp, olayları iyi süzmeli, makul kararlar
vermelidir.
Bilgi ve tecrübelerle ve kendini donatanlar, cesaretine
güvenenler tartışmaktan asla korkmazlar. Dünya’ya tek pencereden
bakanlar, tek taraflı okuyanlar, tek taraflı seyredenler müspet bir
ilime ve toplum düzenine yardımcı olamazlar. Fikirlerini rahatça
söyleyemeyen, düşüncelerini başkalarıyla paylaşamayanlar hep birilerinin
esiri, kölesi olmuşlardır.
Kendisini yetiştirmeyip, hazır ve ithal fikirlerin,
kültürlerin güdümüne kaptıranlar, düştükleri girdapta kaybolup giderler.
Nefes tüketmeyen,fikir üretmeyen,ülkesini
yüceltmeyenler hep hüsranda olmuşlardır.
Düşük zekâlı insanlar kişileri,
Orta zekâlı insanlar olayları,
Üstün zekâlı insanlar da fikirleri konuşurlar.
Sevgi ve saygılarımla.
GÖNDEREN: Ali AYDEMİR
Ş.A.S.M.Cumh.İlköğ.Ok.
Müd.
WEB :
http://ali.ktg.com.tr
|
CONSOLOS’UN ŞEKER SATIŞI
* Consolos’un bakkallık
yaptığı dönemlerde, Ramazan Bayramı yakın olduğundan Consolos
yeni getirdiği misafir şekerlerini tezgâhlara dizmeye başlar. Esnaf
komşularıyla da bir taraftan sohbet etmektedir.
Bir ara komşusu olan ve PTT de çalışan, dağıtıcılık
yapan Orhan Gafa, dükkâna girer.(Rahmetli) Consolos’un daimi
müşterisidir. Selam verir. Hoşbeşten sonra yeni gelen şekerler Orhan
Gafa’nın dikkatini çeker. Değişik şekerlerin olduğunu, yeni gelen
şekerlerden birinin tadına bakmak istediğini söyler. Consolos’ta beş
kiloluk şekerlerden birini indirip Orhan Gafa’ya sunar. Açılan beş
kiloluk şeker kutusundan bir şeker alıp yiyen Orhan Gafa, Consolos’a
”Bir şekerini yedim. Helal et”. Consolos aradığı fırsatı bulmuştur.
Orhan Gafa’nın inançlı ve dürüst olduğunu bildiğinden hemen cevabı
yapıştırır. “Vallaha da billahi de helal etmem. Ya beş
kiloluk şekerin tamamını alırsın, ya da haram ederim”. Orhan Gafa,
kararsız ve şaşkınlık içerisindedir. ”Bir şeker, ne olacak helal et” diye israr etse de, Consolos,ya şekerin tümünü almasını ya da haram edeceğini
defalarca söyler.
O ara dükkân komşu esnaflardan gelenlerle dolmuştu.
Onlarda Consolos’a ne kadar israr etselerde sonuç değişmez.
Rahmetli Orhan Gafa parasını vererek beş kiloluk şekeri
alıp evin yolunu tutar.
Consolos, epey bir zaman bu olayı dostlarına anlatır. Orhan Gafa’ya bu
konuyu sorduğumuzda gülerek onaylardı.
Orhan Gafa’yı ve Yılmaz Yılmaz’ı (Consolos) bir
kez daha rahmetle anıyoruz. Ruhları şad olsun.
GÖNDEREN: Ali AYDEMİR
Ş.A.S.M.Cumh.İlköğ.Ok.
Müd.
|
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
* * * * * * * * |
 |
MUCURLUYSAN GEÇ YUKARI
|
* Esasen ‘Türkmen, Karacakurt ve Yörük’ aşiret boylarından geldiği
iyi bilinen Mucur yöresi halkının en belirgin özellik ve
güzelliklerinden birisi de ‘konuksever’ oluşudur.
Ailedeki iman ve ihlas varlığının yaşam kültürüne yansıması, güzel
ahlâk ve anlayışın katmerleşerek büyümüş biçimi neticesinde “büyüklere
saygı, küçüklere sevgi ve konuğa hürmet” burada daima kural olarak
uygulanır. Zira Mucurlu ‘hürmetin, edilenden ziyade, edeni
yükselteceğini’ iyi bilir. Tanrı misafirinin hem gönülde ve hem de
mekândaki yerinin ‘başköşe’de olduğunu gelenek halinde görür. Konuğunu
evinin veya misafir odasının baş köşesine oturtup, altına yatak veya
Mucur’a özgü halı minderin en büyüğünü sererek, sırtına da Mucur’a özgü
Acıöz’ün pençeli halı yastığını dayayıp, elini göğsüne (döşüne) koymak
suretiyle, hizmette kusur etmeden tüm cömertliğiyle konuğunun rahatını
sağlar.
Gelelim “Mucurlu’ysan Geç Yukarı !” veya “Mucurlu’ysan Sen de
Geç yukarı !” efsanevî deyimine:
Ali Rıza Güney, Ankara Ocak Yayınları arasında
çıkan 1997 yılı basımı “Tarihçesi, gelenekleri ve Halk Şairlerini
anlatan Mucur kitabı”nın 84. sayfasında konuyu hikâye etmiş ve olayın
Mucur merkezinde ‘ağalardan birisinin odasında gerçekleştiğini’
duyumlarına dayandırarak anlatmış. Yine Mucurlu şair ve yazarlardan Ali
Aydemir ise bu deyimi 24 Mayıs 2010 tarih ve 387 sayılı “Mucur
Gazetesi”nin 2. Sayfasında, bildiklerini ve duyduklarını özetleyip
olayın ‘Kırşehir İl merkezindeki bir düğünde yaşandığını’ belirtmiştir.
Konu bana göre yoruma açık, anonim ve adeta bir efsane hükmündedir...
Bütün bu anlatılanlardan ve birebir yaşadıklarımdan çıkardığım
kişisel sonucun değerlendirmesi de şöyle:
Yöredeki köylerin birisinde düğün olmaktadır. Düğün evine (Düğün
derneğinin toplandığı odaya) davetli olarak önce Mucurlu olmayan birisi
gelir ve kendisi başköşeye oturtulur. Bu arada diğer davetliler de birer
ikişer veya gruplar halinde gelmekteler. Daha önce gelen ne de olsa
biraz eskimiş, kıdem basmış bir konuk olduğu için, misafirler odaya
girdikçe verilen selâmı alır ve kendinden sonra gelene yer verip kademe
kademe bir aşağı mindere oturur. Öyle ki, odaya gelen misafir sayısının
çok fazla olduğu görülmektedir. Dolayısıyla bu misafirin de bir sonra
gelen misafire yerini vermesiyle neredeyse kapı ağzına kadar geldiği
anlaşılır. Bu arada kapı açılır ve giyimli halinden ve yanındaki çullu
tazısından avcı olduğu belli bir başkası da içeri girer. Kapı ağzına
kadar gelen misafirin sabrı taşar ve çullu tazıya (av köpeği) odanın
başköşesini işaret ederek “Mucurlu’ysan sen de geç yukarı !” der...
Mucurlu’ya gösterilen misafirperverlikten rahatsız olan yabancı böylece
hırsını ve hıncını tazıdan almış; dolayısıyla da Mucurlu’nun yerinin
başköşe olduğunun farkına kapının ağzına geldiği zaman ancak
varabilmiş... Belki de ‘misafir misafiri sevmez’ deyimini üretenler bu
nedenle haklı galiba...
Bana sorarsanız: Misafir olduğumuz yerlerde bazen “arzu
ettiğiniz yere oturabilirsiniz” diyen dostlarıma: “Ben Mucurlu’yum,
yerim daima başköşedir” şeklinde cevap veririm. Bu ifadem asla kibir
değildir !..
Sözün özü: Mucurlulu’ğumdan, konukseverliğimden zaten ödün
veremem. Başköşedeki tesçilli gönül yerimin bir alt kademe ile
değiştirilmesini asla hoş göremem. Daha ne diyeyim: İtiraz eden mi var?
“Mucurlu’ysan Sen de geç yukarı !”
Hoşça kalınız.
GÖNDEREN:
Duran ERDOĞAN
-
Kırşehir Anekdotları Yazarı
|
|
“ PEKMEZ AKILLI KIRŞEHİRLİ !” |
* Hemen her yöre veya o yörede yaşayan insanlar için
bazı şöhret ya da lâkapların söylendiği bir gerçektir. Bu şöhret veya
lâkap güzellik içerdiği gibi çirkin anlam da çağrıştırıyor. Bize kaba ya
da çirkin gelen söylemleri bazılarının kütüklerine tesçil ettirip
‘Soyadı’ olarak resmen kullandığını bile görüyoruz. Kültürümüzde bunun
sayısız örnekleri var. Burada kişiler ve diğer yöreler için bazı
örnekler vermek detaya girmektir ki konuyu dağıtırız.
Ancak yaşadığım yörem Kırşehir için genel de başkalarının şöylesine
sözlerine muhatap olduğumu hatırlıyorum. Tanışma veya takdimden sonra
biraz mütebessim yılışıklıkla, “Kırşehirli misin? Pekmez akıllısın!”
veya “Kırşehirli’yim” dediğimde “Pekmez akıllıyım” desene?” diyenler
maalesef var. Olmasa mıydı? Denilmese miydi? “Elin ağzı torba değil ki
büzesin!” isteyen istediğini der. Amma ve lâkin ‘öküzün altında buzağı
arar’ gibi, bu sözün altında, arkasında,önünde, yanında çirkinlik aramak
zaten yanlış. Söyleyenlerin dahi gerçek anlamını bilmedikleri bir söz
için,onurlu bir Kırşehirli olarak gocunmamıza da zaten gerek yok.
Gerek bunca yıllık yaşadıklarımdan ve gerekse yaptığım
araştırmalardan “Pekmez akıllı Kırşehirli!” söyleminin ortaya çıkış
nedenini açıklayan yazılı, ciddi bir kanıt, belge ve bilgiye de maalesef
rastlayamadım...Özellikle internet üzerinde dolaşan bilgilerin pek çoğu
da duyuma ve yoruma bağlı kişisel düzmecelerdir. Yalnız şu var ki,
düzmece de olsa konu artık ‘anonim’leşmiş ve böylece sıfat özellikli bu
deyim günümüzde evrensellik kazanmış. Burada bize düşen, iyiyi bulmak ve
doğruyu hedef göstermektir. Yalan ve yanlışlara da sabırla akîl açıklık
kazandırmaktır.
Aslında “Pekmez akıllı Kırşehirli!” deyiminin ne anlam
içerdiğini bilmek için, Cumhuriyet öncesindeki Kırşehir’in coğrafi
konumunu, halkının sosyal yaşantısını, kısacası geçim kaynaklarını da
iyi bilmek lâzım. Konuya bu şekilde yaklaşarak mantıklı ve makûl
değerlendirmeyi buna göre yapmak çok önemli. Aksi halde: “lâf ola, beri
gele. Uydur, uydur söyle.Aklın olmaya da inanasın!” demezler mi?
Konuya açıklık getirelim: Cumhuriyet öncesinde fabrika yok. Geçim
kaynakları kısıtlı. Henüz ‘şeker’ ve kimyasal tatlandırıcılar icat
edilmemiş. Kırşehir’in iklimi de bağcılık yapmak için çok elverişli.
Herkesin onlarca dönümlük (hektarlık) bağları var. Üstelik pekmez hemen
her şeyin ana veya ham maddesi. Yöre halkını da ister-istemez bağcılığa
yönlendirmiş. Kendi ailemden de çok iyi biliyorum. Kurugöl’ün uzağındaki
bağımızın yanında yazlık bağ damımız (bağ evi) vardı. Üzüm toplama
mevsimi geldiğinde bağ damlarında yatar, üzümleri kurutur, bir aydan
fazla bağ bozar, pekmez kaynatır ve bu pekmezleri kağnılarla köy evimize
taşırdık. Çünkü ailemizin ana geçim kaynaklarından birisi, daha doğrusu
çiftçilik ve hayvancılıktan da önce birincisi bağcılık idi. Haram ve
günah inancının gereği ailem şarap yapmazdı. Başköşeye oturtulup altına
yatak serilerek onurlandırılan misafirlere çay ikram edildiğinde, şeker
olmadığı için çayın pekmez veya kuru üzümle içildiğini daha dün gibi
hatırlıyorum.
Günümüzde ortalıkta dolaşan ve kafa karıştıran söylentiler şöyle:
Efendim !
1. Deprem olmuş da yıkıntılar arasında kalan Kırşehirli adam
öncelikle pekmez küpünü kurtarmış... Mantıksızlık veya komiklik bu
davranışın neresinde? “Mal canın yongası!” değil mi?
2. Evde yangın çıkmış da, ölümü göze alarak alevin içine dalan
vatandaş, yangının ortasında kalan karısını ve çocuğunu kurtaramayınca,
elinde pekmez küpüyle dışarıya çıkmış. Şimdi bu safsataya inanalım mı?
3. Ankara İtfaiye meydanında iki camı taşıyamayan hamala camların
arasına pekmez sürdürüp, taşınma kolaylığını sağlamış. Bu yapışık
camların evde birbirinden nasıl ayrıştırılacağını da para alarak
öğretmiş. Aferin, bravvo Kırşehirliye, çok da güzel etmiş.
4. Gönül dostlarından Dalakçılı şair ve yazar İbrahim Özdemir
(Ozan İhvan-î) 27 Temmuz 2010 tarihli Kırşehir Kervansaray Gazetesindeki
“Pekmez akıllı Kırşehirli” başlıklı köşe yazısında özetle: “Adana’lı
işadamı Osman ağa, yokluk ve kıtlığın hüküm sürdüğü fi tarihinde,
çiftliğinde çalıştıracağı adamları sınava tabi tutar.Bir kaba pekmez,
diğer bir kaba da susam koyar. Kaşıksız olarak pekmezle susamı yiyen
sınavı kazanacaktır. Açlıktan iyice danikmiş (bitap düşmüş) Dalakçılı
Ese’nin Ahmet de işaret parmağını pekmeze batırıp, susamı da pekmezli
parmağına iyice doladıktan sonra kaptaki pekmezle, tüm susamı yeyip
bitirir.” Böylece sınavı kazanır. İşveren Osman ağa; pratik
zekâlılığından dolayı Ahmet’i işe alır. Ahmet’in sevecenliği ve tatlı
yapısı hoşuna gider, bundan böyle kendisine çok akıllısın anlamına
gelen; “Pekmez akıllı Kırşehirli!” diyerek iltifat eder, diyor.
Bu hususta yaşanmış ayrıntılardan sayısız örnekler vermek
elbette mümkün. Ancak, takdir edersiniz ki buna sayfalar yetmez.
Sözün Özü:
Hep anlatılır ya, karamsarın birisi muhatabına“Senin baban açlıktan
öldü!” demiş. Adam da “Babamın bunda suçu ne? Babam buldu da yemedi mi?”
cevabını vermiş... Eğer, açlıktan öldü denen adam; anamın üzümden
yaptığı, her türlü hastalığa iyi geldiği çok iyi bilinen, içinde sayısız
faydalı vitamin ve mineral dolu hormunsuz “Kırşehir pekmezi”ni,
(yoğurdun üstüne döküp) hıyar turşusuyla beraber yemiş olsaydı; daha
uzun ömürlü ve sağlıklı yaşar, ecelinden de önce ölmezdi, bana inanın.
Günümüzde pancar, dut, keçi boynuzu( v.s.) gibi
ürünlerden dahi yapılan çeşitli katkı maddeli fabrikasyon pekmezlerin
üreticilerine kimsenin bir diyeceği yok galiba...Kırşehir sevdalısı
yazar olarak; “Kırşehirli misin? Pekmez akıllısın!” söylemi konusunda
alınganlık gösterip polemiğe girmeyi de çirkin ve anlamsız buluyorum.
Makûl ve mantıklı düşüncelerimi içeren bu yazımla; karamsarların
pastan barlanmış şom ağızlarına bir parmak baldan da tatlı Kırşehir
pekmezi çalarak (sürerek) dillerini tatlandırıyor,böylece konunun
ibretlik aslını öğrettiğimi sanıyorum.
Hoşça kalınız.
GÖNDEREN: Duran ERDOĞAN
- Kırşehir Anekdotları Yazarı
|
* * * * * |
* * * * * * * * * * * * * * |
* MAKALE GÖNDEREN SAYIN
ALİ AYDEMİR BEY ile
DURAN ERDOĞAN BEY'E TEŞEKKÜR EDER.
ÇALIŞMALARINDA BAŞARILAR DİLERİZ... |
|
|